top of page
Yazarın fotoğrafıAybüke Ayden

Gotik Mimari, İskoçya, Harry Potter

Güncelleme tarihi: 4 Ağu


Üç ayrı konu başlığından da anlaşılabileceği üzere bu yazıyı ayrı ayrı inceleyebilecekken, aslında ham ve ortak bir geçmişlerinin olduğunu bildiğim için tek bir başlık altında toplamaya karar verdim. Gel gelelim bu ortak geçmişe.


Harry Potter; günümüzde çoğu kişinin bildiği -veya en azından doğru tahminlerde bulunulabildiği- 7 ciltten oluşan bir kitap serisi. Oldukça trajedik bir hikayeye sahip olan J.K. Rowling; annesinin ölümüyle birlikte Portekiz'e giderek sorunlu bir evlilik yapıyor ve daha sonra kız kardeşinin yanına İskoçya'ya gidiyor. İskoçya'da sadece işsizlik maaşı olarak devletten aldığı 69 pound ile kızına hayat vermeye çalışan Rowling, uzunca bir süre karamsarlık ve ağır depresyondan kurtulamıyor. Oldukça zorlu ve yalnız geçen bu süreç sonunda 1995 yılında İskoçya'nın başkenti Edinburg'da oluşturduğu (The Elephant House Cafe'de yazdığı*) Harry Potter serisi, 12 yayınevinden red alıyor. Son olarak Bloomsbury Yayınevi'nden onay alan Rowling, 1997 yılında ilk kitabını yayımlatıyor. 1998 ve 1999'da ikinci ve üçüncü kitapları da yayımlanıyor. Alınan verim doğrultusunda 2001 yılında ise birinci kitap, kamera kadrajına sığdırılan bir film olarak gösterime giriyor. İpucundan da anlaşıldığı üzere Harry Potter serüveni, Rowling'in ellerinden İskoçya'da doğuyor. İşte tam burada, kesişen yolların izinde farklı keşiflere doğru yola çıkıyoruz.


İskoçya. Aslında çoğu insanın pek de fikri olmadığı, sadece Birleşik Krallık himayesi altında olduğu bilinen bir masal ülkesi. Cadılarıyla oldukça ünlü olan İskoçya ve başkenti Edinburg, aslında biraz karanlık bir geçmişe sahip. Evet yanlış duymadınız! Cadıları, vampirleri, hayaletli şatoları, perili mezarlıkları olan bu masal ülkesinin masal şehrinde, rehberler eşliğinde her gün korku turları yapılıyor. Şatolara farklı işlevler yüklenerek, ziyaretçilere konaklama imkanı da sağlanıyor. Böylece içerisinde zindan bulunan bir otelde bile kalmış oluyorsunuz! Böyle bir masal diyarından aslında Harry Potter serüveninin doğması elbette kaçınılmaz. Hogwarts Cadıcılık ve Büyücülük Okulu ise asıl görmek istediğimiz ortak geçmiş için elbette en büyük ipucu. Filmin her sahnesinde yer yer İskoç yer yer İngiliz havasını aldığımız bu şato, aslında gotik mimarinin de birer aynası niteliğinde.



İskoçya denince elbette akla gelen en önemli şehir maskotları victoria döneminden kalan neo-gotik yapılar. Örneğin İskoçya'nın başkenti Edinburgh'da yer alan Scott Anıtı, İskoç bir yazar olan Walter Scott için George Meikle Kemp tarafından tasarlanmış bir anıt. İskoçların kendi içinde "gotik roket" olarak adlandırdıkları bu yapı, 60 metreden yüksek ve 4 katlı. Her kattan şehri izlemeye imkan sunan bu yapı, Walter Scott'ın roman karakterlerinden esinlenerek yapılmış 64 adet heykeli içerisinde barındırıyor. Scott ve o öldükten sonra mezarının başından ayrılmayan köpeği de yine aynı şekilde temsili heykelleriyle yapı içerisinde yer alıyor.




Bir başka örnek yine Edinburgh'da yer alan St Giles Katedrali. Gotik mimari uzmanı olan mimar William Hay tarafından tasarlanan bu katedral, önemli bir gotik örnektir. Glasgow Katedrali ve daha bir çok örnekle İskoçya mimarisinden bahsedebiliriz ancak yazının başında da belirttiğim gibi bu seriden yer yer İskoç yer yer İngiliz havası almamızın nedeni, Harry Potter serüvenine eşlik eden bir diğer ülkenin İngiltere olması.


Çekimler için İngiltere'de bulunan Oxford University, Gloucester ve Durham Katedralleri, aslında zaten İskoç geçmişiyle beslenip kurgulanan bu cadıcılık okulunda, gotik mimarinin en önemli amacına hizmet ediyor: "Tanrısallık." Gotik mimari bir yana burada Art Nouveau üstünlüğünü de görüyoruz elbette. Köklerinin Londra'ya kadar uzandığı bilinen Art Nouveau, gotik mimariyle de harmanlanabilen bir başka büyük akım ancak üç ana başlığımızı ortak bir payda da buluşturmak için alt başlığımızı açıyoruz. Gotik mimari, Ortaçağ'daki karanlık ve soğuk mekanlara, aydınlık ve havadar bir çözüm olarak 11. ve 13. yy arası ortaya çıkmıştır. Günümüzde hala bazı insanlar tarafından bu yapılar depresif olarak adlandırılsa da, aslında bu yorumların mimari açıdan ziyade psikolojik bir yorum olduğu akıllara geliyor. Gotik mimaride değişen ölçek ile birlikte hissettirilmek istenen "tanrısallık ve yücelik" kavramları, belirli sınırlar içinde yaşayan insanların bir kısmı için "aciz" hissettirebiliyor ve bu da yapıya psikolojik yaklaşarak onu yoksaymaya itiyor.

Ortaçağ'ın karanlık yaşam ve ibadet yerlerinden sonra daha aydınlık, havadar, hoş ve ışık danslarının olduğu bu mekanlarda, bizans mimarisinde gördüğümüz sütunlardan ziyade kullanılmaya başlanan sivri kemerler ve kemerler sonucunda ortaya çıkan kubbeli tavanlar, dikey üslupla ilerleyen yapının ağırlığını yaymayı sağlayan en önemli anahtarlar. Hafif ve düşeyde ilerleyen yapıya rahatlıkla pencere açıklıkları yapılarak, (bir de olmazsa olmaz gül pencereler) buradaki camlara ise de vitray uygulamasıyla ihtişam devam ediyor.


Süslemenin oldukça yoğun olduğu Gotik mimari de heykelcilik de oldukça yoğun görülüyor. Her biri bir hikayeyi temsil eden bu heykeller, hem estetik olarak hem de fonksiyonel olarak yapılıyor. (Biriken yağmur sularının yüksek bir basınçla akması yerine, heykeller aracılığıyla yavaşlaması gibi.) Ayrıca tinsel olarak da yaklaşılan bu heykeller, kötü ruhlara önlem olarak kullanılıyor. (Galerie des Chimeres, Notre Dame Katedrali)


Karşınızda birbirinden bağımsız gibi görünen ancak iç içe olmaktan başka çaresi olmayan Büyülü Dünya! Tamamen fantastik gibi görünse bile aslında beslenilen kaynaklar bir o kadar gerçek. Bu dünyaya adım atarken artık çok daha farklı bir bakış açınız olacak. Kemerlerinizi bağlayın ve kendinizi bu Büyülü Dünya'ya bırakın!



Hayal gücümü her zaman süsleyen ve beni bu Büyülü Dünya'da büyüten J.K. Rowling'e teşekkürler.


Muziplik Tamamlandı.*


1.391 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page