İnsanın doğası gereği daha doğmadan önce öğrenme, deneyimleme, becerisine sahip olduğunu biliyoruz. Aldığımız her nefes, gördüğümüz her nesne bilinçaltımıza birer birer işlenmekte. Aslında mekânsal algı dediğimiz kavramın da göreceli olmasının en temel sebebi budur. Aynı ya da benzer coğrafyalarda yaşayan insanların süperegolarının birçok noktada kesişmesidir. Neticesinde insanlar ortak paydalarda buluşsalar da hiçbir zaman birbirlerinin aldığı haz eşdeğer olmayacaktır.
Mekânsal algının göreceliliği mimarlık tarihinde kabul edilmiş olsa da teknik anlamda uzmanların ortak noktalarda buluştuğu bazı konular vardır. Örneğin kırmızının insanların kan dolaşımını hızlandırdığı ve tansiyonu yükselterek saldırgan eylemler oluşturduğu bilinmektedir. Fakat mekânsal algının en hassas noktası genel geçer terimlerle değil bireye ya da topluluğa uyarlanan, kullanıcını yelpazesini daraltarak ilerleyen kısmıdır. Kısacası mekânsal algıdaki en önemli nokta kullanıcı(lar)nın hayatına ne kadar dokunduğunuzdur.
Tasarlanan ve uygulanan bir mekânda en zor olan şey oraya bir anlam, bir ruh verebilmektir. Bu noktada yabancı olduğumuz toplum ve coğrafyalar için planlanan her proje için ilk önce yapılması gereken şey aslında o coğrafyanın sosyal yapısını sezmektir. Paganizmin yaygın olduğu bir toplulukta göklere kadar yükselen yapılarda insanlar hiçbir zaman kendisini rahat hissetmeyecektir.
Sanırım buraya kadar mekânsal algının göreceliliği konusunda yeterince konuşabildik. Asıl zor olan kısım ise bunları nasıl hayata geçireceğimizde sanırım. En büyük yazarlar aslında içinde bulunduğu dönemi en güzel şekilde ifade edebilenler olduğunu tarih bize defalarca gösterdi. Karl Marx, George Orwell, Dostoyevski… Aslında hepsinin mükemmel bir sosyolog olduğundan kimsenin şüphesi yoktur.
Mimari yapılar için de aynı şey söz konusu. Eiffel’i aslında muhteşem yapan şey devasa bir demir yığını olması değil. Sanayi devrimi ve sanayileşmenin revaçta olduğu bir dönemde dünyaya karşı yapılan bir güç gösterisi, diğer ülkeler karşı yapılan bir iktidar savaşıdır. Döneminde çok fazla eleştiriye maruz kalmasına rağmen sanayi devrimini başarı ile atlatan Fransa için Eiffel zamanla sembolik bir hale gelmiş ve tüm dünya tarafından tanınmıştır.
Bütün bunları değerlendirdiğimiz zaman ulaşılan nokta; aslında hiçbir toplumsal eser ebediyen sanatçısına bağlı kalmaz. İşte tam da burada akıllarda netleşen bir şey var. Planlanan veya uygulanan her projede dikkat etmemiz gereken şey bu mekânın toplumun hangi kitlesine hitap edeceğidir. Mekânı analiz etmeden önce kullanıcıyı analiz etmek…
Bazen projelerimizde bizler için çok güzel gözüken detayların, karşı tarafları bu kadar etkilememesinin de sebebi budur. Kendi kavramlarımıza bağlı kalarak şekillendirdiğimiz detaylar aslında karşımızdaki insanların deneyimlerinden ve yaşam biçimlerinden o kadar uzaktadır ki o mükemmel olarak nitelendirdiğimiz detaylar karşımızdakileri hiçbir şekilde etkilemez. Aslında bu hepimizin farkında olduğu bir detay. Uç noktalarda çalışırken çok fazla dikkat ettiğimiz fakat münhasır durumlarda gözlerden kaybolan bir detay. Sanırım hiç kimse bir kreş içerisinde Müzeyyen Senar çalma ihtimalini değerlendirmezdi. Ya da neyse, var bir hayalimiz…
Karşılaştığımız bazı durumlar vardır ki bizlere artık ani refleksler kazandırır. Araba sürerken yola bir başka taşıt girdiğinde hafifçe yavaşlamak gibi. İşte bana göre, yapılacak projelerde de tam olarak bu denli refleks sahibi olmak zorundayız. Teknik detaylara hâkim olmadan bir içmimar olunamaz elbette. Teknik yeterliliği sağladıktan sonra tabii ki içmimar olabilirsiniz ama iyi bir içmimar…
Sunum yapacağımız ya da projemizi teslim edeceğimiz kitlenin beklentilerini çözebilen ve karşısındakine ihtiyacı olan şeyi verebilen birisi iyi bir içmimar olacaktır. Mükemmel bir iç mimar olmanın tarifi ise teknik bilgi, şeker, baharat ve iyi olan her şeyi karıştırmaktan geçiyor. Sanırım biraz da ‘Kimyasal X’.
İbrahim Emre PAK
Selçuk Üniversitesi - İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı / 3. Sınıf
Commentaires