Sizce de bazen yaşamsal faaliyetlerimizi yürüttüğümüz mekanların içerisinde sıkışıp kalmıyor muyuz? Hatta öyle ki bazen en güzel sosyal platformlar bile bir anda yerini bir hapishaneye bırakıveriyor. Sanırım bunun temelinde, üzerinde pek de fazla durmadığımız mekansal algı yatıyor.
Sınırlarını insanın özgürlüğünün belirlediği mekanlarda maalesef ki mekanın ihtiyaçlarını hesaplamaktan daha öteye geçmiyoruz. Basit bir yaşam alanını bile tasarlarken temasında insan bulunan bu yapıların ruhunu hapsediyor, kendi bilincimizin temelinde yatan olayların tesiri altında kalıyoruz.
Ülkemizin geleceğinin temellerini attığımız okullarımızda dahi ne yazık ki ihtiyacımız olan şey birkaç duvar ve çatıdan ibaret duruyor. Fiziki olarak sadece kapalı mekanlara ihtiyaç duysak dahi zihinsel ve ruhsal olarak ihtiyaçlarımızı bu beton yığınları karşılamıyor. Hayatımızın büyük bir çoğunluğunu geçirdiğimiz iş yerleri ve okullar garip bir şekilde ruhumuza işkence çektirdiğimiz dört duvardan ibaret.
İşte tam da bu noktada devreye mekânsal algı kavramı giriyor. Ait olduğumuz mekânlara bir anlam yüklemek zorunda olduğumuz gerçeği ile yüz yüze geldiğimiz nokta burası. Burası bazı mimarların(!) ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar elde edemeyeceği hazzın doruklarıdır işte.
Biz içmimarlar, sanatı ihtiyaçlar doğrultusunda şekillendiren asil savaşçılarız. Mekanı sadece görsel olarak değil objeleri duyguları ile var ederek kapalı kutuları GERÇEK bir yaşam alanı haline getirmeliyiz. Hadi onlara dört duvar arasının nasıl inşa edildiğini gösterelim.
İbrahim Emre Pak
Selçuk Üniversitesi-İçmimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü 2. Sınıf
Comments