Evet… Şimdi bilin bakalım gökyüzünü görmemizi engelleyen o sıra sıra, kutu kutu gökdelenlerimiz nerden geliyor?
Bir zamanlar Amerika Chicago’da büyük bir yangın çıkar. Neredeyse şehir yok olur. Dönemin mimarları ve mühendisleri toplanıp yeni bir şehir planlamaya başlar. İşte tam da bu zamanda 20. yüzyılın başları ile mimari derin süslerinden arınır. Form ve fonksiyon ilişkisi ön plana çıkmaya başlar. Yangından sonra yeni malzeme arayışına girilmesiyle birlikte de dökme demir kabul görür ve gökdelen mimarisinin kapısı aralanmış olur. Yaşanan olayları yeni bir başlangıç sayan mimarlarımız 20. yüzyılı, geçmişin izlerinden ve kopyacılık anlayışından uzak tutarak özgünlük kavramına doğru ilerler. Bu özgünlük anlayışı zamanla modernizmi oluşturacaktır. Ve işte özgünlüğe adım atan ilk mimarımız Louis Sullivan.
Sullivan mimariyi yalınlaştırmış lakin süsten vazgeçememiştir. Süse her zaman inanmıştır. Sullivan’a özgü yeni süsleme tekniğinde, özgün süsler binanın yüksekliğini vurgulamak için kullanılır. Sullivan’a göre yüksek yapı estetiktir. Hatta binaları olduğundan kısa gösteren yatay bantlardan nefret eder. Sullivan ile birlikte yüksek yapı estetiği kavramı doğmuştur ve ilk eseri Chicago okuludur.
Chicago’da ise son yığma yapı 16 katlıdır. Giriş katları kalın yukarı doğru taşıyıcılık azaldığı için incelmiştir. Bu yapıdan sonra ise betonarmeye geçilir.
Sullivan yüksek yapıları insana benzetir. Yapının ayakları sağlamca yere basmalıdır. Yolla buluşan bir kaidesi vardır. Uzun bir gövdesi ve tepede belirgin biri bitişi yani başı vardır.
Sullivan’ın yüksek yapı estetiği için formülü kısaca kaideli bir giriş, düşeyliğin vurgulandığı bir gövde ve belirgin bir bitiştir (özellikli bir çatı detayı). Sulliva’nın bu formülünü 2.dünya savaşına kadar tüm mimarlar tarafından kullanılmıştır.
2. dünya savaşından sonra gökdelen mimarisinde daha çok Mies Van Der Rohe’nin ismini duyacağız. 20. yüzyılın en önemli isimlerinden biri olan Mies Van Der Rohe, mimarlığa mekân anlayışını kazandıran bir isimdir. Ayrıca Sulliva’nın yüksek yapı anlayışını prizma anlayışına çevirmiştir.
Nedir bu total mekân anlayışı?
Total mekân anlayışı, kolonların içeriden dışarıya alınıp, mekânı kısıtlamamasıdır.
Mies van Der Rohe ilk defa betonarmenin imkanlarıyla bölme duvarların taşıyıcı olmadığını keşfeder.
2. adım olarak Barcelona pavyonunu tasarlar.
3.adım olarak ise Berlin sergi evini yaparken kolonların bir kısmını dışarı almıştır. 1929, çok ince çelik kolonlarla yapılmıştır. Bu konuda pes etmeyen Mies Van Der Rohe son olarak Fansworth Evi'nde başarılı olur ve tüm kolonları dışarıya taşır.
Mies Van Der Rohe, katı rasyonalizmi benimsemiş bir adamdır. yüksek yapı estetiğini, prizma, kutu mimarisine çevirmesiyle de bu anlaşılır. Lakin zamanla bazı sorunlar oluşmaya başlamıştır. Tüm yapılar aynı tiptedir ve tanınırlıklarını yitirmiş durumdadır. Hangi binanın hangi mimara ait olduğu bilinemez hale gelir. İnsanlar mimarları unutmaya başlarlar ve bu anonimliğe alışırlar. Mies Van Der Rohe bu anonimliğe karşı gelmek için yapılarının önüne Alexandar Calder‘in heykellerini koysa da günümüzde bu anonim, karşı konulamayan basit kutu mimarisini hala görmekteyiz. Sorun şu ki 20. yüzyılda bu işi mimarlar yapıyormuş kutu da olsa, özgün tasarımlar da olsa…
Şu an 19. yüzyıldan daha kötü bir kopyacılık dönemindeyiz. Herkes birbirinin işini yapmaya çalışıyor. Üretkenlik ve tasarımdan uzak yeni mekanlar yeni yaşamlar... Umarım bunlar bizlere ders olur ve tasarım dünyamızı kimseye kaptırmadan üretmeye devam ederiz. Özgün mimarlara ve iç mimarlara selam olsun. Sevgilerle...
Gedik Üniversitesi İçmimarlık ve Çevre Tasarımı 3. sınıf
ŞULE NUR EKŞİ
Comments